her şerde bir hayr vardır.

De omni re scibili et quibusdam aliis.

Son

31 Temmuz 2010 Cumartesi zaman: 18:16 Gönderen mistrafantastic 0 Comments

gri-siyah kalemler, korkmuş renkler, soğuk ten
ardımızda donmuş ay, her şey şimdi son defa
pencereler kör ebe, her yanımız kirliyken;
biter ama başlamıştır bir kere...

günlerime diş bileyen sus emri
simetrisi güvenilir son tuzak.
sır değil bak: öldü aşk
şimdi her şey son defa.
dudakların titriyor, dudakların titriyor
kapat artık kapıyı dünün gitmesi gerek
dünün gitmesi gerek...

eski ayna ruhları, sesin ıslak yankısı
üvey bir aşk içinde kısık lamba renginde
öptükleri ölümün taptaze ellerinde:
kırıldı cam acılar
gülümsedi ince ten
avucumda büyüyen tırnaklar kan ağacı...

sırt açık elbise ya da önceki gece
son ayrılık harfleri, tüm sözcükler son defa
dudakların titriyor, dudakların titriyor
dünün gitmesi gerek, dünün gitmesi gerek...

penceresiz asılacak son kadın!
biter ama başlamıştır bir kere
biter ama...

zaman: 18:14 Gönderen mistrafantastic 0 Comments

Yine yolculuk…yine vedalaşmalar, helalleşmeler ve geride bırakılan ıslak gözler…
Bu sefer baba ocağından ayrılmak daha bir başka oturdu sîneme.. Havaalanına kadar gelmelerini istememekle isabetli bir karar verdiğimi fark ettim Havaş’ın Sabiha Gökçen servis otobüsüne bindikten sonra.  Önce etrafımı kolaçan ettim. Solumdaki genç kitabına gömülmüştü bile.. Arka ve ön koltuklarda ise sadece birbirleriyle ilgilenen mutlu sevgililer oturuyorlardı. Çaprazımdakileri ise  nedense çok umursamadım. Bazıları ne yaparlarsa yapsınlar önemsenmemeye mahkumlar bu hayatta.. Yalnız ön çaprazımdaki adam biraz azarlar bir tarzla telefonda karısıyla yahut sevgilisiyle konuşuyor gibiydi. Bunu da fark edince önemsememe iştiyakım daha da bir arttı ve kirpiklerimin zor zaptettiği gözyaşlarımı salıverdim.
 Oysa biliyordum her ayrılış yeni bir kavuşmaya gebeydi ve dahası artık lâyıkıyla özlem duyduğum bir memleketim, bir evim yoktu. İstanbul bile garipsediğim yerler arasına girmeye başlamıştı ona olanca bağlılığıma rağmen..Yoksa ona kendimi bağlı tutmak için zorluyor muydum?..Bunu düşünmek istemedim o an.  Bir şehre bağlanmak da neyin nesi demeyin. Bir şehre bağlanmak bir insana bağlanmaktan daha az acıtır insanın canını.. yine de bunca yıllık gurbet hayatının öğrettiği bir şey var ki o da göçmenlik zamanla insan kokularından çok şehirlerin kokularına hasret bırakıyor göçebeyi ve yıllar geçtikçe daha makro plandaki kokuları özlemeye başlıyorsunuz ya da özlediğinizi fark ediyorsunuz. Üstelik artık şehirlerin kokularından da sıkıldım doğrusu. Nereden nereye akmalı acaba bu sefer? 
Çocukluğumda annemin kokusunu diğer kokulardan ayırt etmeye başladığımda acaba Allah nasıl kokuyordur diye düşünmeye başlamıştım. Yaşlandıkça ve göçmenliğim kalıcılaştıkça aynı soru zihnime çarpar oldu..” Acaba Allah nasıl kokuyordur?” Bu soru öylesine çok zihnimi kemirirdi ki bazen rüyalarımda Allah’ın beni cehenneme gönderdiğini görürdüm ve ağlayarak “ n’olur gitmeden bir kokunu içime çekeyim” diye yalvarır dururdum.. Hiç koklayamadan da uyanırdım.. Koklayan olmuş mudur acaba diye de gün boyu kara kara düşünür dururdum. Yoksa Allah benim onu sevdiğim kadar beni sevmiyor muydu? Anlayacağınız hem çocuktum hem de koca bir budala..
Geçmiş zaman hatıraları gözyaşlarımla beraber eteğime akarken uzunca bir tünele girdiğimizi fark ettim. Öylesine uzundu ki klostrofobim boğazımı sıkmaya başlayan bir canavara dönüştü yine. İşte sıkıyor, sıkıyor, sıkıyor.. bir an gözlerimi kapadım ve boğaz turu yapan bir teknede olduğumu hayal etmeye çalıştım. Rüzgar öyle güzel esiyordu ki dağınık saçlarımı ahenkle dans ettiriyordu.  Acaba tünelden çıktık mı diye gözlerimi açtığımda o canavarı yine karşımda gördüm..Böylesi bir hayalden ancak bir mazoşist kaçmak ister ve ben de her insan gibi biraz mazoşistim. Biraz ama, çok değil.. Aceleyle tekrar gözlerimi yumduğumda bu kez bir tabutun içinde olduğumu hayal etmeye başladım. Evet, tarikat ehlinin yaptığı gibi.. Klostrofobisi olan herkesin uzak durması gereken bir hayal farkındayım. Ben de o anda birazcık ölmek istemiştim.  Biraz ama, çok değil...Sonra aslında yaşamak istediğime karar verip gözlerimi açtığımda tünelin bittiğini gördüm. “Her acı şey bir gün bitiyor” diye fısıldadı bir kelebek kulağıma.. Bu da geçer ya Hu dedim ben de.. Bu da geçer ya Hu..
Havaalanında insan cümbüşü.. en rahat takılanlar yabancı turistler. Aksanlarından İngiliz olduklarını anladığım iki çocuk yere plaj havlularını serip kendilerine yatak hazırladılar. Babaları da bekleme koltuklarını yatak olarak kullanmaya başlamıştı bile.  Biraz ötemdeki koltukta unutulmuş bir poşet.. içinde iki tane kitap. Ne kitabı olduklarına dair merak öylesine içimi kemiriyor ki yine de elim varmıyor poşeti açmaya birileri hırsız olduğumu zannedebilir diye.. Hırsızlık ithamı korkum klostrofobi canavarımdan daha da dehşetengiz bir yaratık.. Merakıma yenik düşerim korkusuyla elimdeki Sabahattin Ali kitabını çantama yerleştirip emin olmayan adımlarla ve biraz da serhoşluk edasıyla sağa sola yalpalayarak uçak biletimi almaya gidiyorum. Kuyrukta yine insan sürüsü.  Ve Anna şiirinde olduğundan daha farklı ve orada dile getirilenden epey tatsız bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler.. İnsanlardan da bekleyişlerden de tiksiniyorum biletimi alana dek ama sonra yine onları sevmeye başlarım nasılsa diye iyi olan ben’e söz geçirmeye çalışıyorum. Bileti almıyorum görevlinin elinden, adeta kapıp kaçıyorum. Hızlı adımlarla pasaport kontrol gişelerine doğru yol alıyorum. Nereden ve kimden kaçmak istediğimi zihnimde belirginleştirmeye çalışıyorum. Hızlı adımlarla yürümek ne demekmiş o anda anlıyorum. Bir yerden ya da birinden bir an evvel kurtulmaya çalışıldığı anlamına geldiğini fark edince canım yanıyor biraz. Biraz ama, çok değil.
Gişelere doğru ilerlerken gözlerinden yaşlar süzülen bir teyze görüyorum. Yanında oğlu olduğunu sandığım gençce bir adam “yahu adamlar uçağa bindi sen hâlâ el sallıyorsun” diyor. Adama kızıyorum.. O teyze hariç bütün insanlara kızıyorum o anda..  Bir an boynuna sarılasım geliyor teyzenin. “Teyze ben de gidiyorum..benim için de gel beraber ağlayalım” diyesim geliyor ama kendimi tutuyorum.  Uzaktan da olsa “Allah kavuştursun teyze” diyesim geliyor bu sefer de,  ama öyle takatsizim ki onu da söyleyemiyorum. Gişedeki sırama geçene kadar da kendime kızıyorum..  Pasaportumu vermem için bir aile kalıyor önümde. Birisi özürlü üçü ise ağlayan dört çocukları var bu ailenin. Ne yalan söyleyeyim garip oldum bu aile ferdlerini izlerken. Sanki kendim dışında ağlayan herkesi teselli etmem gerekiyormuş gibi hissetmemden ötürü görevimi yerine getirmeyişimin verdiği bir huzursuzlukla çocukların ağlamasını dinliyorum.. O esnada anneleri arkasını dönüyor ve ıslak, tedirgin, üzgün ve bezgin gözlerle onları yolcu edenlere doğru son bir selam veriyor. O anda ben de ağlamaya başlıyorum tekrar.  Gözyaşlarımı silerken pasaportumu polise uzatıyorum bir yandan. Tam solumda duvarda kocaman bir reklam panosu. “bugün yatırın, yarın oturun. Kendinize yeni bir yaşama yeri hazırlayın” gibi lüzumsuz şeyler yazıyor. Yaşama yeri.. oturmak.. Polisin pasaporttaki fotoğrafla benzerliğimi bulamadığını fark ediyorum. Adam haklı. Neyse ki soru sorulmadan çıkabiliyorum bu kuyruktan da. Aslına bakarsanız bu kuyruklar ve havaalanı kalabalığı bir yerden bir yere gitmeyi zorlaştırdığı kadar biran evvel oradan kaçıp kurtulmak isteğini de canlandırmıyor değil.
Bu satırları yeni aldığım not defterime yazmaya niyetleniyorum önce ama yanıma almayı unuttuğumu fark edince çaresiz dizüstü bilgisayarımı açmak zorunda kalıyorum. Şuanda insanlar etraftaki koltukları birer birer doldurmaya başlıyorlar. Yakında bir uçak kalkacak ve dünyanın bir yerinden başka bir yerine yürekler taşıyacak. Belki de taşımaya güç yetiremeyecek. Eğer Brüksel’e varırsak bu yazıyı okuyacaksınız belki. Belki de diğer birçok yazım gibi bencilliğime kurban gidecek.  Aklımda sürüsüyle belkiler.. Belkiler, belkiler, belkiler…
Yazıma son verirken aklıma Asaf Çelebi geliyor.. Kalbleri put sanıp da kıranlara acıyorum.. Sonra Sabahattin Ali’yi hatırlıyorum. Onun kırık kalbi için de biraz gözyaşı daha akıtıyorum.. Onun kırdığı kalpler de elbet olmuştur diye düşünüyorum..  Benlik ateşinin gözyaşlarını nasıl da fitillediğini fark edip kendimden utanıyorum..  Susmak gerektiğine karar veriyorum.
Elveda İstanbul… Elveda gözleri yaşlı teyze..
30 Temmuz saat 3:55.. İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı..304A numaralı kapı..

zaman: 18:13 Gönderen mistrafantastic 0 Comments

ben seni alamam ah holofira
azığım tam takır bineğim nalsız
bir bende geçerim kalacağım yok
dostlarım bivefa düşmanım yalsız
kolum halat değil bakracımda kum

ben seni alamam ah holofira
sade yoksulluktan yokluktan değil
eline kir olsun elli üç lira
amma ki alamam
bir uzak sevi gelmişte çökmüş ta onlar gibi

ben seni alamam ah holofira
geç git hiç bakmadan eylenme emi
pusatları parlak bimbaş istesin
seni ulak elçi naim-i kral
ben hoyrat söyleyeyim, el bana hoyrat
gelip de ne diyeyim şu dillerim lâl

ben seni alamam ah holofira
baban kafirine kılıç üşürsem
hemde gece bassam iti uykulu
şöyle ya allah'la bohçanı dürsem
amma ki alamam

yaradan beni ne ardıç ne çınar ufarak çayır
koşumun gıcırdar ölmek dilerim
bağrım kaynıyordur yüklerim ağır
sen bir düş imişsin kuşluk çağında
soluma tükürdüm Rabbim Gafurdur
bilesin kavuşmak yoktur islamlıkta
kavuşan kısmısı ancak gavurdur.

27 Temmuz 2010 Salı zaman: 10:09 Gönderen mistrafantastic 0 Comments

insan küçükken, başından geçenleri ya gerçekten hatırlar, yada hatırladığını sanır. belki de bir kaç görüntüyü birleştirir zihninde, gerisini kurgular. Bazen de büyüklerinden dinledikleri yardımcı olur senaryoya; bir şekilde hatırlanır.
ben henüz ilkokuldayken babam yazları Türkiye turlarına çıkarırdı bizi. beş kardeş doluşurduk arabaya, şehirden şehire yol alırdık. çok zengin sofralarımız olmazdı. bazen bir sıcak çorbaya hasret kalırdık. cami avlusunda uyurduk bazen, bazen arabada, bazen de hiç tanımadığımız bir aileye tanrı misafiri olurduk.
işte o karelerden bazıları gözümün önünde: cami hasırı üstünde sineklerle verdiğim amansız çatışma, yol kenarında durup park ettiğimiz küçük beyaz arabamız, karpuz ekmeğe talim öğlen yemeğimiz, eski model negatifli fotoğraf makinamızla yakalamaya çalıştığımız pozlar. 

mutluyduk...

ne cep telefonumuz vardı, ne rahat bir arabamız, ne de pahalı kıyafetlerimiz. bizim için önemli olan o andı. aile olarak birlikte oluşumuzdu. neprut tepesinde putlara dil çıkardığım fotoğraf... ne kadar da mutluyum.

işte başka bir kare. yine bir şehirden bir şehire yol alıyoruz. ön koltuklara doğru eğilmişim. kollarımı dirseklerden dayardım iki koltuğa, kollarım uyuşurdu. karıncalar dolaşıyormuş hissi olurdu kollarımda. farklı bir zevk alırdım.

sürücü koltuğunda babam, yanında annem, bir yanımda iki kız kardeşim, bir yanımda iki erkek kardeşim. ön camdan yolu seyrediyorum.

bu yolculuklarda bildiğimiz bütün ilahileri söylerdik. arabamızın radyosu yoktu. kendimiz söyler kendimiz dinlerdik. yine ilahiler söylenmiş. ben yine kollarımdaki karıncalanmayı hissediyorum, babam "hadi kızım bir dua et bakalım diyor" canım böğürtlen çekmiş olacak ki; "Allah'ım bize bol böğürtlenli yollar nasip et" diyorum. çocuk aklı işte, herkes gülüyor. 

bir sonraki virajı aldığımızda gözlerimize inanamıyoruz. yolun iki yanı böğürtlenlerle dolu. köylü kadınlar sepetlerini alıp gelmişler. neşe içinde topluyorlar rızıklarını. biz de durup iniyoruz arabadan. 
ben duamın kabul olması bir yana, o güzelim böğürtlenleri görünce bir kat daha neşeleniyorum. hemen işe koyulup mideye indiriyoruz en olgunlarını. herkes yolun bir yanından bir yanına geçerek toplamaya devam ediyor, herkes neşeli...

bir fren sesi duyuyorum arkamda. dönüp baktığımda erkek kardeşimi görüyorum yolun ortasında, bir arabanın önünde. burnu kanıyor. bir kaç dakika önce ilahi söyleyen dudakları kanlar içinde. bunun bir trafik kazası olduğunu çok sonra idrak ediyorum. neyse ki hafif bir yaralanmayla atlatıyoruz kazayı.  duamın kabul olmasına sevinmiyorum artık. tekrar yola koyuluyoruz, neşemiz tekrar yerine geliyor. 

şimdi gülümseyerek bakıyorum o fotoğraflara. uzun zamandır çıkmıyoruz böyle yolculuklara. cep telefonlarımız var, rahat bir arabamız, pahalı kıyafetlerimiz...

ama bir şeyler eksik. bir parça huzur, bir tutam mutluluk ihtiyacımız olan... 

26 Temmuz 2010 Pazartesi zaman: 11:54 Gönderen mistrafantastic 1 Comment


Ben gül tarlalarının kokusunda büyüdüm çocuk. Gecenin bir yarısı gül tarlasına inen adamlar gördüm, elleri hep dikenliydi. İlân-ı aşk gibiydi emekleri. Bir gül gündüz vakti koparılırsa ondan gül yağı  çıkmaz çocuk. Karanlıkta kopardıklarından gülleri, dikenin acısını bilerek ama göremeden, görmek de istemeden hiç, kan içinde kalan parmaklar gördüm. Karanlıkta kan gülden farklı görünmez çocuk. Gül yağı, gül suyu, gül güzeli, gün goncası, gül işi… Kansız olmaz hiç. Dedem aşk edermiş bunlarla. Dedem gülünün solduğu akşam öldü, gömmedim daha. Kervanlar kalkarmış topraktan Mekke’ye, Mekke’den toprağa. Dedem üç kere görmüş Kâbe’yi,  Allah’ın hakkı der, “üç kere gördüm Kâbe’yi”. Atlarla dört ayda geçerlermiş çölü, iklimi. Dedem güzel dualar ederdi çocuk. Ölümü de koymadı hiç adam yerine. 
Gül işi işte, kansız olmaz hiç. Eskiden çocuk, şehrimin bütün karpuz çeşmelerinde gül şerbeti akıtılırdı kandil geceleri. Camiden çıkanlar, yeni dağılmış ilkokul gibi sevinirdi. Adamların dilleri şerbeti içince gülden yanardı. İnsanlar gül kokarsa çocuk, sokaklardaki bankamatikler kapanır. Düşün bir hele, ya insanlar insan kokarsa çocuk?
Gülleri çocuk, çelikle çoğaltırlar. Seni bir dalı kesip de dikiyorum dilime. Kalbim senden yanıyor. Topraklardan toprak, günlerden kandil, dua ek, insan biç, insan büyüt. Şimdi çeşmelerden gül şerbeti akmıyor artık. Şehrimde dükkânlar, gönlümüz satılırmış gibi güllerimiz de Pazar eşyası. Sevgiliye bile gül yetiştirmiyorlar artık. Kan ter içinde kalmıyor âşıklar.
Dedem kervanlarına gül yüklermiş, ah be çocuk…
Bülbülün değil, gülün değil, şairin değil çocuk, dikenin acısında susuyorum.

Y. Deniz Öz

21 Temmuz 2010 Çarşamba zaman: 17:36 Gönderen mistrafantastic 0 Comments

akıllarda kalan uzak bir anı olur ya gezdiğiniz sokaklar, işte o zaman kadrajı ne kadar geniş tutarsan tut acını sığdıramazsın. yalan yanlış bir ışığa inanıp yaşadığın yıllar sessizce akıp giderken önünden belki dersin, son bir defa, ihtimaller senden kaçar, yakalayamazsın. şartı tahliyeyle salınan ve gün ışığına çıkan onca şiirlerim var benim, hiç kimseye yazılan, sana uzanan, uzanmaya çalışan. eskizlerdeki gibi yarım ama şekli belli, başı görünen ama sonu gelmeyen her akla geldiğinde sigara yaktıransın, dumanından sandallar yaptığım sigaramdan süzülen acımsın.

19 Temmuz 2010 Pazartesi zaman: 06:00 Gönderen mistrafantastic 0 Comments


yalnız hüznü vardır kalbi olanın
hüzün
öylece orta yerdedir
tuhaf bir yarma yaşanıyordur"

İ. Çiçek

  

Eylülün gelişi bir dökülmenin başlangıcıdır. Göğün toprağa, toprağın göğe, insanın insana akışı. Bedenin ruha ve toprağa dönüşü... Yere düşen bir yaprağın hüznünü taşımakla görevlidir bütün gözler ve insan yok oluşun duyumuyla sever ölen bir yaprağın sarısını. Neden bilmem bana hüzün hep suya karıştırabilen bir şey gibi gelir. Gözyaşına, yağmura, denize, nile gizlenen bir şey gibi ve dahası bir damla su bir kalp hüzünle içilir. Bardaktan boşanırcasına toprağa akıtır gökyüzü de kendi hüznünü.

zaman: 04:43 Gönderen mistrafantastic 0 Comments

Şimdi, şu anda, kitabın bu sayfasına, yazının bu cümlesine bakan okuyucular, hiç konuşmadığınızın farkında mısınız?

Siz gerçekten hiç konuşmuyorsunuz!

Sadece yaşamanız için gerekli asgari sesleri çıkarıyorsunuz ağzınızdan. Bu işi sadece diliniz ve ağzınız yapıyor. İçinizin derinliklerine kadar gitmiyor cümlelerin ucu. İçinizden gelmiyor söyledikleriniz.

Siz gerçekten birbirinizle hiç konuşmuyorsunuz!

zaman: 04:39 Gönderen mistrafantastic 0 Comments


Onu bu ağlamalar tutuyordu şehirde. Şehir neresi, şehir kim, şehir… Sessizce ağlamayı da bilirdi suskunluğunun hizasında duran kaşları, gözlerinin üstün çizgisi ve alnı.
Ve yazısı… Kendinden hep üçüncü tekil şahıs gibi bahsediyordu yazarken.

13 Temmuz 2010 Salı zaman: 21:10 Gönderen mistrafantastic 0 Comments





ben diyeyim yüzyıl önce, siz deyin yüzyıl sonra. herkesin zaman kavramı farklıdır. onun hikmeti ise yaradandadır.

sadece çocukların inandığı ulaklar varmış, günahsızları ve saf kalplilerin. kimisi korkutucu babasından kurtulmak için beklermiş ulağı, kimisi anasının dırdırından kurtulmak için, kimi yarenine kavuşmak için. bir de haberi yayan varmış. ulağın başından geçenleri anlatırmış o da.

herkesin tahayyülünde kötü ve iyi var dermiş haberi yayan. kötüleri beğenmediğin insan olarak tahayyül ettirmiş: kimisinin hayalinde babası, kimisinin hayalinde anası, kimisinin hayalinde hancı olurmuş. ulağın soyu sopu da aynı mesajı yayarmış. hepsi ulakmış, hepsi mesaj yayarmış.

el ayak çekilince, kurtlar kuşlar uyuyunca, eski ahırda anlatılırmış ulağın hikayesi. sadece çocuklara. ulak haksızlık edenlerin, bilip de susanların, göz yumanların, insan öldürenlerin günahkar olduğunu söylermiş. herkesin kötü insan tahayyülü farklı imiş, herkesin ulağı da farklıymış o yüzden. kimisinin aklında yağız bir delikanlı, kimisinin hayalinde sürmeli korkutucu bir adammış ulak. ulağın rivayeti herkeste farklı duygular uyandırırmış bu yüzden. her insan farklı olduğundan.

zaman ve mekandan bağımsızmış ulağın mesajı. herkese hitap edermiş, ama en çok çocuklar anlarmış. bilip de bilmemezlikten gelenler, görüp de yok sayanlar suça ortak sayılırmış. günahkarlar kimi ulakları öldürmüşler, kimilerine işkence etmişler bu yüzden. ulağa inananlar kendilerinin günahkar olmadığını sanırlarmış hep. kimse içine bakmazmış. ulağı sadece zor vakitlerde hatırlarlarmış. bilinen son ulak ıssız bir köyde öldürülmüş, sadece ona inanan çocuklar ve birkaç kişi üzülmüş olanlara. kalbi kararanlar, görmemezlikten, bilmemezlikten gelenleri bir hastalık tutmuş. derileri soyulmuş, gözlerinin feri gitmiş, sudan korkar olmuşlar. çocuklar köyü terkederlermiş hikayenin sonunda.

anlatan şöyle dermiş hikayenin sonunda:

tutmak tutunmak aslında. o yüzden herkes kendi ulağını arıyor. habercisini. kurtarıcısını.

ama aslında herşey sonlu ve yanlı. aslında herşey tekil. başkasının ulağı size uygun haber getirmez. herkesin kurtuluşu farklı.

şaşırıyorsunuz,
biliyorum...
soruyorsunuz sonra,
ulağı,
merak ediyorsunuz, cismini, cemalini...
zaman meselesi bunlar
belki büyüsünü kaybeder diye laflarım
büyüsünü kaybeder gözlerim diye
zamana bırakın onun cismini
hayat zaman meselesidir
gündüz rüyanız, gece korkularınız
zamanla iyileşir derin yaralarınız
i̇lk duyuşta edemez belki tahayyül insan
sevmelerin yolu bu değildir.

zamanla olur herşey ve zamanın sırrı yaradandadır. 

zaman: 21:01 Gönderen mistrafantastic 0 Comments



2.

SANA, BANA ve ÜLKEME DAİR

zaman: 20:55 Gönderen mistrafantastic 0 Comments


daha ingilizcesi basılmadı tabii bu kitabın: hayallerimin varmak istediği bir mutluluk detayı sadece. olsun, ben gene de ünlü bir yazar olmanın hazzını yaşamalıyım tanınmamışken.

zaman: 20:51 Gönderen mistrafantastic 0 Comments



Size bir kaç şeyden bahsetmek istiyorum, birkaç utançtan, birkaç tel saçtan, birkaç baş ağrısından, hayal kırıklığından, birkaç yolculuktan, birkaç duadan, birkaç gariplikten…

zaman: 20:46 Gönderen mistrafantastic 0 Comments


stromae - alors on danse

10 Temmuz 2010 Cumartesi zaman: 11:17 Gönderen mistrafantastic 0 Comments


Sen Şiir Sevmezsin.

Biliyorum.
Öğrencilerden topladığın paralarla, en çok hareketsizliğinden korktuğun stadın önünden yalnız yürüyemediğini bildiğim gibi biliyorum.
Yedi buçuktan dokuz kırka, ortalama bir karşılıksızlığın içinden bakarak geçtiğim günlerde, sigara da içmiyorum bu arada, ön tarafında randevuların yazdığı, promosyon ajandamın arka sayfasına karaladığım satırlardan söz ediyorum, evet. tecrübesiz olduğum için beni, şoförsüz servise göndermeyen patronun da kıyağıyla, şirketin kapısında yazdıklarım da var. Telefonuma da kaydetmişim, sana okuyamasam ölürler diye...

9 Temmuz 2010 Cuma zaman: 08:18 Gönderen mistrafantastic 0 Comments

hayırlı cumalar,

hayırlı cuma benim için okulun pis tuvaletinde alınan abdest demekti. doluşup bir servis aracına, namaza giderdi arkadaşlarım önceden. ben arkalarından bakardım namaz nasıl kılınır bilmeden.

hayırlı cuma adı çıkmış erzurum soğuğunda aldığım ilk abdestti benim. namaz kılmayı öğrendiğim haftanın diğer altı gününden biriydi.

sonra cumaya da gittim gerçi. arkalarından bakarken evliya olduklarını sandığım arkadaşlarım yanlarında saf tuttuğum zaman okul bahçesinde top peşinden koşarken küfreden bebelere dönüştüler yeniden.

camileri sevmedim.

bugün, onbir sene önce bikaç ilkokul talebesinin doluştuğu camideydim.

camileri sevmiyorum.

zaman: 08:15 Gönderen mistrafantastic 0 Comments



Mavi bir uçurtma ,ipi alabildiğince uzun,gök yüzü kadar mavi ama...
ipi sıkı sıkıya elimde,yetmedi birde belime doladım,makara yerde,lazım oldukça çekiyorum makaradan,bir tutam daha ipi salıyorum gök yüzüne...
ışıl ışıl gözlerim var,berrak mı berrak,umut doluyum,bıçkın bir delikanlı olacağımın sinyallerini veriyorum çevremdekilere...

8 Temmuz 2010 Perşembe zaman: 15:24 Gönderen mistrafantastic 0 Comments

kazdığım şiirlere kendim de düşerdim çoğu zaman.

kendimi dehlizlere hapsolmuş gibi değil, mısralara mahkum olmuş gibi hissederdim, "ve" kullanırdım şiirlerimde. sonra bıraktım onları. çünkü "ve" bağlı olunan birşey varsa kullanılırdı. 

5 Temmuz 2010 Pazartesi zaman: 14:20 Gönderen mistrafantastic 0 Comments

umut ekrem'in sultanahmet teki anılarını anlattığı kitap.

1. bölüm: 
sen, ben ya da umut ekrem'in öykü girişi:

07.01.2004:

benim hikayeme rasgele denk gelenler, bir şekilde okumak zorunda kalanlar ve tabi ki onların sevenleri, hoş geldiniz.
zaman kazanalım ve rahatsız edici sorulardan kaçınalım diye söylüyorum ben umut ekrem.
ahmet da diyebilirsiniz. hikayede önemli olan iki karakterden biriyim. aslında en önemlisiyim ama çaktırmayın, kadınlar kontrolün kendilerinde olmasından hoşlanır.

4 Temmuz 2010 Pazar zaman: 06:03 Gönderen mistrafantastic 0 Comments





kalktı oturmaktan yorgun fikir ayyuka
sustu konuşmaktan bıkan bilgeler
daha bir derinlik çöktü köşedeki mahkumun gözlerine
daha bi hicran
daha bir hınçla sıktı elinde yarinden kalan kir pas değmemiş mendili
gözlerinde biriktirdiği hicranı şerefle içen mert bir süvari
eskilerden kalan, yenilikçi müsveddelerinin mahkumu
daha bir garez yutma/sabır taşı çatlatma merasimi
hayalleride olmasa akıl karı değildir burda duruşu

zaman: 05:56 Gönderen mistrafantastic 0 Comments


çölün ortasında bir kasaba... ileri gelenleri, kasaba yöneticisinin evinde toplanmış, ne yapacaklarını konuşuyorlar. her kafadan bir ses çıkıyor, üstelik kimse bir diğerine güvenmiyor. herkes korkuyor. sonunda "claymore" diyor kasaba yönetici, "bu musibetin üstünden gelse gelse bir claymore gelir". itirazlar yükseliyor. yönetici "çok geç" diyor, "zaten bir tane çağırdık bile".

3 Temmuz 2010 Cumartesi zaman: 17:05 Gönderen mistrafantastic 2 Comments


1.

                                                                                                                                                                            Temmuz 4’

“Neyim var ki senden gayrı”

Buradayız işte dostum çünkü Yaratıcımızı üzdük, yedik o elmayı ve düştük.  Değer miydi bilemiyorum, hatırlamıyorum nasıl kovulduğumuzu cennetten ama seni hatırlıyorum, en çok seni!  O’nun “ben size demiştim” diyeceği gün gelmedi henüz ama yeterince çok şey söyledi, duyduk ve işittik dostum.  Biliyorsun değil mi? Gene de bizi seviyor, seviyor bizi değil mi? Seviyor çünkü sen varsın. Adını âminle söylüyorum, ben böyle diyince Allah kabul ediyor bizi yeniden, ediyorsa sırf sevdiğimiz için birbirimizi.

Buradayız işte dostum, yanı başında soluklanıyorum, ben duruyorum ama dünya acele kıyamete yetişecekmiş gibi devam ediyor. O durunca da biz… Biz devam edeceğiz değil mi? Edeceğiz. Öyle görüyoruz yarını, “sonsuzluk ve bir gün” diyoruz kalan zamanımıza. Dostum fen bilgisi sorusu gibi bakınca dünyaya, geçer not alsak da öğretmenin sevmediği çocuklar oluyoruz. Büyüklerimizi de sevmiyoruz zaten biz, küçükleri saymaktan utanıyoruz. Felsefeyi de sen sevmezsin, olduğu gibi kaybeden, mekânları cennet olsun, ikinci hepsi. Hayatın derslerini yolun köşesinde bırakıp;
kabir: müsait bir yer diye iniyoruz.

zaman: 12:45 Gönderen mistrafantastic 0 Comments



At sırtında doğmayı başarmış,

Eli kılıç kabzasına aşina

Nasırları gizlemekte muvaffak değil şefkatini o ellerin

Şehadet parmağında bir kutlu şehir ışıltısı

Nal şakırtısı inletir Üsküdar yokuşlarını

Şehir ab-ı kevserden nasipli

Altın kaselerde ikram edilir akıncıya

zaman: 12:27 Gönderen mistrafantastic 1 Comment



Dünya.
Üçüncü gezegen, güneşe hem yanmayacak hem donmayacak kadar uzak. Cehenneme günahlarınca yakın, tek çelişkisi de yalnız bu değil. En yüksek yeri: Uzaktan kumandalar, sinyaller ve kontrol düğmeleriyle çalıştırılabilen bir savaş aletinin vicdan kabini. Bitki örtüsü: Kaldırım ve asfalt. Hiç insan yok! Gökyüzü gündüzleri hala mavi, gece olunca bazen yıldızlar da görünüyor ama bu şehir, karasına yandığım, geceleri siyah değil! Siyah demişlerdi, uzun zamandır uyumuyorum. Dün yolun üstünde bir böcek gördüm, ters dönmüş, debeleniyordu. Uzun süre onu izledim. Ona bir isim bile koydum hatta: Giregor.(*) Birisi onun da ters olmasını daha mı çok takdir etmişti bilmiyorum ama bütün ayakları havada çırpınsa da sırtı dümdüz olduğundan ne yaparsa yapsın düzelemeyecekti. O çırpınmaya devam etti, ben de onu izlemeye devam ettim. Gözlerine baktım. Onun nereye baktığını, beni görüp göremediğini, görüyorsa nasıl gördüğünü bilmeden böcek gözlerine baktım. Görebilseydi ne derdi acaba “ Oh, Tanrım…”.

zaman: 11:25 Gönderen mistrafantastic 0 Comments



tanita tikaram sizin için söylüyor...

zaman: 11:09 Gönderen mistrafantastic 0 Comments


tesettür.exe yükleniyor....
dosyalar ana kaynaktan alınıyor....
(%100) başarılı....
yükleme başlasın mı? (e/h)
e
e:\yeni\tesettür\
altdizindeki yükleme kaynağı doğrulanıyor...
%100
kaynak doğrulandı...

yükleme başlıyor...
yüklenecek yer: c:\dünya\türkiye\üniversiteler\


zaman: 09:04 Gönderen mistrafantastic 0 Comments





Nazlan
Sitem et
Kırıl bana
Beni geç vakit
Tek başıma suya yolla
Bahçede yüzünü öteye çevir
Güle hayret ediyormuş gibi yap
Gülümseyerek konuş da başkalarıyla
Somurt, avluda sadece ikimiz kalınca
Kızıp en evecen adımlarınla üst kata çık
En sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden
Derinleşsin ben içerledikçe ruhumdaki sakarlık.

    Öndeki blogu takip et!