Yine yolculuk…yine vedalaşmalar, helalleşmeler ve geride bırakılan ıslak gözler…
Bu sefer baba ocağından ayrılmak daha bir başka oturdu sîneme.. Havaalanına kadar gelmelerini istememekle isabetli bir karar verdiğimi fark ettim Havaş’ın Sabiha Gökçen servis otobüsüne bindikten sonra. Önce etrafımı kolaçan ettim. Solumdaki genç kitabına gömülmüştü bile.. Arka ve ön koltuklarda ise sadece birbirleriyle ilgilenen mutlu sevgililer oturuyorlardı. Çaprazımdakileri ise nedense çok umursamadım. Bazıları ne yaparlarsa yapsınlar önemsenmemeye mahkumlar bu hayatta.. Yalnız ön çaprazımdaki adam biraz azarlar bir tarzla telefonda karısıyla yahut sevgilisiyle konuşuyor gibiydi. Bunu da fark edince önemsememe iştiyakım daha da bir arttı ve kirpiklerimin zor zaptettiği gözyaşlarımı salıverdim.
Oysa biliyordum her ayrılış yeni bir kavuşmaya gebeydi ve dahası artık lâyıkıyla özlem duyduğum bir memleketim, bir evim yoktu. İstanbul bile garipsediğim yerler arasına girmeye başlamıştı ona olanca bağlılığıma rağmen..Yoksa ona kendimi bağlı tutmak için zorluyor muydum?..Bunu düşünmek istemedim o an. Bir şehre bağlanmak da neyin nesi demeyin. Bir şehre bağlanmak bir insana bağlanmaktan daha az acıtır insanın canını.. yine de bunca yıllık gurbet hayatının öğrettiği bir şey var ki o da göçmenlik zamanla insan kokularından çok şehirlerin kokularına hasret bırakıyor göçebeyi ve yıllar geçtikçe daha makro plandaki kokuları özlemeye başlıyorsunuz ya da özlediğinizi fark ediyorsunuz. Üstelik artık şehirlerin kokularından da sıkıldım doğrusu. Nereden nereye akmalı acaba bu sefer?
Çocukluğumda annemin kokusunu diğer kokulardan ayırt etmeye başladığımda acaba Allah nasıl kokuyordur diye düşünmeye başlamıştım. Yaşlandıkça ve göçmenliğim kalıcılaştıkça aynı soru zihnime çarpar oldu..” Acaba Allah nasıl kokuyordur?” Bu soru öylesine çok zihnimi kemirirdi ki bazen rüyalarımda Allah’ın beni cehenneme gönderdiğini görürdüm ve ağlayarak “ n’olur gitmeden bir kokunu içime çekeyim” diye yalvarır dururdum.. Hiç koklayamadan da uyanırdım.. Koklayan olmuş mudur acaba diye de gün boyu kara kara düşünür dururdum. Yoksa Allah benim onu sevdiğim kadar beni sevmiyor muydu? Anlayacağınız hem çocuktum hem de koca bir budala..
Geçmiş zaman hatıraları gözyaşlarımla beraber eteğime akarken uzunca bir tünele girdiğimizi fark ettim. Öylesine uzundu ki klostrofobim boğazımı sıkmaya başlayan bir canavara dönüştü yine. İşte sıkıyor, sıkıyor, sıkıyor.. bir an gözlerimi kapadım ve boğaz turu yapan bir teknede olduğumu hayal etmeye çalıştım. Rüzgar öyle güzel esiyordu ki dağınık saçlarımı ahenkle dans ettiriyordu. Acaba tünelden çıktık mı diye gözlerimi açtığımda o canavarı yine karşımda gördüm..Böylesi bir hayalden ancak bir mazoşist kaçmak ister ve ben de her insan gibi biraz mazoşistim. Biraz ama, çok değil.. Aceleyle tekrar gözlerimi yumduğumda bu kez bir tabutun içinde olduğumu hayal etmeye başladım. Evet, tarikat ehlinin yaptığı gibi.. Klostrofobisi olan herkesin uzak durması gereken bir hayal farkındayım. Ben de o anda birazcık ölmek istemiştim. Biraz ama, çok değil...Sonra aslında yaşamak istediğime karar verip gözlerimi açtığımda tünelin bittiğini gördüm. “Her acı şey bir gün bitiyor” diye fısıldadı bir kelebek kulağıma.. Bu da geçer ya Hu dedim ben de.. Bu da geçer ya Hu..
Havaalanında insan cümbüşü.. en rahat takılanlar yabancı turistler. Aksanlarından İngiliz olduklarını anladığım iki çocuk yere plaj havlularını serip kendilerine yatak hazırladılar. Babaları da bekleme koltuklarını yatak olarak kullanmaya başlamıştı bile. Biraz ötemdeki koltukta unutulmuş bir poşet.. içinde iki tane kitap. Ne kitabı olduklarına dair merak öylesine içimi kemiriyor ki yine de elim varmıyor poşeti açmaya birileri hırsız olduğumu zannedebilir diye.. Hırsızlık ithamı korkum klostrofobi canavarımdan daha da dehşetengiz bir yaratık.. Merakıma yenik düşerim korkusuyla elimdeki Sabahattin Ali kitabını çantama yerleştirip emin olmayan adımlarla ve biraz da serhoşluk edasıyla sağa sola yalpalayarak uçak biletimi almaya gidiyorum. Kuyrukta yine insan sürüsü. Ve Anna şiirinde olduğundan daha farklı ve orada dile getirilenden epey tatsız bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler.. İnsanlardan da bekleyişlerden de tiksiniyorum biletimi alana dek ama sonra yine onları sevmeye başlarım nasılsa diye iyi olan ben’e söz geçirmeye çalışıyorum. Bileti almıyorum görevlinin elinden, adeta kapıp kaçıyorum. Hızlı adımlarla pasaport kontrol gişelerine doğru yol alıyorum. Nereden ve kimden kaçmak istediğimi zihnimde belirginleştirmeye çalışıyorum. Hızlı adımlarla yürümek ne demekmiş o anda anlıyorum. Bir yerden ya da birinden bir an evvel kurtulmaya çalışıldığı anlamına geldiğini fark edince canım yanıyor biraz. Biraz ama, çok değil.
Gişelere doğru ilerlerken gözlerinden yaşlar süzülen bir teyze görüyorum. Yanında oğlu olduğunu sandığım gençce bir adam “yahu adamlar uçağa bindi sen hâlâ el sallıyorsun” diyor. Adama kızıyorum.. O teyze hariç bütün insanlara kızıyorum o anda.. Bir an boynuna sarılasım geliyor teyzenin. “Teyze ben de gidiyorum..benim için de gel beraber ağlayalım” diyesim geliyor ama kendimi tutuyorum. Uzaktan da olsa “Allah kavuştursun teyze” diyesim geliyor bu sefer de, ama öyle takatsizim ki onu da söyleyemiyorum. Gişedeki sırama geçene kadar da kendime kızıyorum.. Pasaportumu vermem için bir aile kalıyor önümde. Birisi özürlü üçü ise ağlayan dört çocukları var bu ailenin. Ne yalan söyleyeyim garip oldum bu aile ferdlerini izlerken. Sanki kendim dışında ağlayan herkesi teselli etmem gerekiyormuş gibi hissetmemden ötürü görevimi yerine getirmeyişimin verdiği bir huzursuzlukla çocukların ağlamasını dinliyorum.. O esnada anneleri arkasını dönüyor ve ıslak, tedirgin, üzgün ve bezgin gözlerle onları yolcu edenlere doğru son bir selam veriyor. O anda ben de ağlamaya başlıyorum tekrar. Gözyaşlarımı silerken pasaportumu polise uzatıyorum bir yandan. Tam solumda duvarda kocaman bir reklam panosu. “bugün yatırın, yarın oturun. Kendinize yeni bir yaşama yeri hazırlayın” gibi lüzumsuz şeyler yazıyor. Yaşama yeri.. oturmak.. Polisin pasaporttaki fotoğrafla benzerliğimi bulamadığını fark ediyorum. Adam haklı. Neyse ki soru sorulmadan çıkabiliyorum bu kuyruktan da. Aslına bakarsanız bu kuyruklar ve havaalanı kalabalığı bir yerden bir yere gitmeyi zorlaştırdığı kadar biran evvel oradan kaçıp kurtulmak isteğini de canlandırmıyor değil.
Bu satırları yeni aldığım not defterime yazmaya niyetleniyorum önce ama yanıma almayı unuttuğumu fark edince çaresiz dizüstü bilgisayarımı açmak zorunda kalıyorum. Şuanda insanlar etraftaki koltukları birer birer doldurmaya başlıyorlar. Yakında bir uçak kalkacak ve dünyanın bir yerinden başka bir yerine yürekler taşıyacak. Belki de taşımaya güç yetiremeyecek. Eğer Brüksel’e varırsak bu yazıyı okuyacaksınız belki. Belki de diğer birçok yazım gibi bencilliğime kurban gidecek. Aklımda sürüsüyle belkiler.. Belkiler, belkiler, belkiler…
Yazıma son verirken aklıma Asaf Çelebi geliyor.. Kalbleri put sanıp da kıranlara acıyorum.. Sonra Sabahattin Ali’yi hatırlıyorum. Onun kırık kalbi için de biraz gözyaşı daha akıtıyorum.. Onun kırdığı kalpler de elbet olmuştur diye düşünüyorum.. Benlik ateşinin gözyaşlarını nasıl da fitillediğini fark edip kendimden utanıyorum.. Susmak gerektiğine karar veriyorum.
Elveda İstanbul… Elveda gözleri yaşlı teyze..
30 Temmuz saat 3:55.. İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı..304A numaralı kapı..
Yorum Gönder